EVREN, EVRİM, İNSAN ve DÜŞÜNCE
Evrenin bütün geçmişi, bütün tarih, bütün evrim, evrime yolaçan değişimin mekanizması, evrenle ilgili herşey, canlı ve cansız maddenin ve enerjinin ve hareketin yapısında gizli...
Bilinmeyen bir gerekçeyle hiçliğin içindeki tek bir noktadan koskoca bir evren yaratan mucizesel bir sürecin, gide gide canlı yaşamı ve insanı ve düşünceyi de yaratmış olmasında, hiçbir tuhaflık ya da aykırılık yok...
Düşünsel olasılıkların, yani düşüncede çeşitlenmenin ortaya çıkması, düşüncenin daha da evrimleşeceğinin bir göstergesi...
Bu evren bir çeşitlilikler ve dolayısıyla bir olasılıklar evreni... Ve bu olasılıkların varlığı, artık kendisi de evrimsel bir birim oluşturmaya başlayan insanlığın ortak iradesine, belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla önemli bir şans veriyor.
Bugün, biraz uzaktan bakıldığında, bilimin ilgi alanlarını kabaca ama net olarak sınıflandırmak mümkün: Fizik, enerjiyi ve ilk halinden başlayarak maddeyi alıyor atom sınırına kadar getirip bırakıyor; kimya, atomdan başlıyor inorganik ve organik madde sınırına kadar gidiyor; biyoloji ise yalnız canlılarla ilgileniyor. Biyolojinin alanı terkettiği noktada da devreye yalnızca insanla ve insan topluluklarıyla ilgilenen sosyal bilimler; felsefe, tarih, sosyoloji, ekonomi, psikoloji vb. giriyor.
Pozitif bilimlerde, hiç olmazsa, sınır bölgelerinde disiplinlerarası bir kaynaşmadan sözedilebileceği görülüyor. Sözgelimi atom, hem fiziğin hem kimyanın; canlılar aleminin temel taşı olan organik madde de hem kimyanın hem biyolojinin ilgi alanı içine giriyor. Öte yandan, pozitif bilimlerle sosyal bilimler arasındaysa, kaynaşma bir yana, bir uçurumun varlığı hissediliyor.
Sosyal bilimler alanında, psikolojinin çok kısıtlı ilgisi dışında hiçbir disiplin, hiç değilse biyoloji ile ilgilenme gereğini bile duymuyor. Üstelik bu disiplinlerin hemen hemen hiçbiri, tarihi, yazının keşfedildiği altı bin yıl öncesinden daha geriye götürmeye de yanaşmıyor. Bizzat tarih bilimi bile, evrimin şimdilik son aşaması sayılan modern insanın ilk ortaya çıktığı 50 bin yıllık sürece egemen olmayı dahi reddediyor ve yazının keşfedilmesinden bu yana geçen 6 bin yılla iktifa ediyor. Gerekçe, kuşkusuz, bilimsel bir disiplin olarak tarihin tahmine değil belgeye dayandırılması zorunluluğu... Bu gerekçenin elbette haklı bir yanı da var. Ama bir gerçek daha var: Bütün o atomaltı tanecikler, atomlar, moleküller ve madde; elementler, inorganik ve organik madde; hücreler; bunların oluşturduğu bileşikler ve tek hücrelisinden çok hücrelisine kadar bütün canlılar; bunların hepsi, hepsi bizatihi birer belge... Hatta yorumsuz oldukları ve bir bütünlük taşıdıkları için, evrendeki yegane ‘gerçek belgeler’ oldukları da söylenebilir. Evrenin bütün geçmişi, bütün tarih, bütün evrim, evrime yolaçan değişimin mekanizması, evrenle ilgili herşey, canlı ve cansız maddenin ve enerjinin ve hareketin yapısında gizli... Ve eğer böyleyse, bu belgelerin hepsi birden gözden geçirilmeden, şu son altı bin yılın da sağlıklı bir biçimde çözümlenmesi mümkün olabilir mi?
Ve eğer evrenin tarihi, dünü olduğu kadar bugünü ve yarını da kapsayan ve hiç değilse başına, bugüne kadarki gelişmesine ve sonuna dair bir kısım olasılıkların belli olduğu bir bütünlük arzediyorsa ve eğer evrim, 20 milyar yıl öncesinden bugüne uzanan ve bugünden de belki 20, belki 80 milyar yıl ötesine uzanacak olan kesintisiz bir süreçse; henüz birleşik bir kuram haline getirilmemiş olsalar bile, pozitif bilimler alanında saptanmış olan temel yasaların, tıpkı Marki de Laplace’ın bir zamanlar düşünmüş olduğu gibi, evrimin son halkası olan insanı ve insan topluluklarını konu alan sosyal bilimler alanında da geçerli olması gerekmez mi?
Ve insan da atomlardan ve hücrelerden oluştuğuna, yani nevzuhur bir yaratık değil de büyük bir evrim sürecinin son halkası olduğuna göre, fizik, kimya ve biyoloji bilmeden (ve kuşkusuz fizik, kimya ve biyoloji kadar ekonominin ve hatta müziğin de ortak dili olan matematik bilmeden); enerji ile maddenin tarihini ve enerji ile maddenin yapısını bilmeden ve bu yeni bilgilerin felsefesini yapmadan; evrenin, kozmosu ve kaosu aynı anda kucakladığını, dolayısıyla bir olasılıklar evreni olduğunu ve bu durum gözönüne alınmadığı takdirde evrendeki ister psikolojik ister sosyal, ister siyasi ister ekonomik hiçbir oluşumun doğru değerlendirilemeyeceğini anlamak sözkonusu olabilir mi?
Dahası, insan kendi kendisini böyle bir gerçekliğin içinde değerlendirerek, evreni tanımlayacak birleşik bir kuram oluşturmak için çırpınıp duran astrofizikçilere de yardım etmiş olmaz mı?
Hayır, hiç de zor değil!.. Artık bu ve benzeri bilgilere ulaşmak hiç de zor değil!.. Yepyeni bilgilerle zenginleşmiş olan bilime ilişkin yepyeni yorumları aktaran popüler bilim kitapları artık, Türkiye’de dahil birçok ülkede neredeyse her köşebaşında satılıyor. Bilimkurgu kitapları ise daha da yaygın... Ve bilim yazarlarına oranla daha özgür davranan bilimkurgu yazarları, 20. yüzyılda felsefenin boş bıraktığı yeri dolduruyorlar. En son bilimsel gerçekleri özgürce, cesaretle yorumlayarak geleceğe ilişkin ve olup bitenin nedenlerine ilişkin kuramlar oluşturuyorlar. Üstelik yine Türkiye dahil Dünya’nın her tarafında çok da ilgi çekiyorlar.
Ama şunu da unutmamak gerekiyor: Oluşturulan kuramların hepsi de yalnızca bir takım olasılıklardan ibaret... Mesela Mars konusunda, yıllardan beri insanoğlunu oyalayan ve sonunda göz yanılgısından başka birşey olmadığı anlaşılan çizgisel Mars kanallarının etkisi altında kaldıkları için olacak ki, ilk kuşak bilimkurgu yazarlarının çok yanlış düşüncelere kapıldıkları görülüyor. O ilk kuşak bilimkurgu yazarlarının hemen hepsi Mars’ta canlıların yaşadığını, hiç değilse bir zamanlar yaşamış olduğunu düşünüyorlar. Bu varsayımsal canlıların bir kısmı çok sevimli, çok gelişmiş; Mars’ı sömürgeleştiren saldırgan insanlarla başa çıkmaya çalışıyorlar; bir kısmı ise, dünyayı istila etmeye kalkışan birer canavar ve insanlara acımasızca saldırıyorlar.
Tabii Mars’a ilişkin yanlış kanılardan yalnız bilimkurgu yazarları sorumlu değil... Sir Fred Hoyle gibi çok ciddi bir bilim adamı da, muhtemelen dinsel inançları yüzünden geliştirdiği evrende durağan hal kuramına aşırı bağlılığından ötürü, dünyaya düşen göktaşlarından bazılarının Mars’tan geldiği inancının yayılmasında rol oynuyor. Sir Hoyle, büyük evrim sürecinin cansız maddeden canlı yaşama geçişi de sağlamış olabileceğini kabul edemediği için olsa gerek ki, dünyada canlıların varlığını, Mars’tan gelen göktaşları üstünde bulunan canlı hücrelere bağlamak istiyor. Ama bu arada, o canlı hücrelerin Mars’ta nasıl varolmuş olabileceği sorusu da yine açıkta kalıyor.
Açıkta kalan bir başka soru da, milyarlarca yıl önce dünyaya düşmüş oldukları söylenen göktaşlarının üstünde, bu taşların Mars’tan geldiklerine dair ne gibi bir kanıt bulunduğu... Yani eğer taşların üstünde “made in Mars” yazısı yoksa, bu taşların Mars’tan geldiğinin nasıl kanıtlanabileceği (aslına bakılırsa bu konu biraz tuhaf; dünyaya milyarlarca yıl önce düşmüş ve yıllarca önce de bulunmuş olan taşlar, geçen yaz, neden birdenbire, hem de inanılmaz yoğunlukta bir ilgi konusu oluverdiler, hiç anlaşılamadı) ...
Carl Sagan ile Sojourner adı verilen araçların, bugünlerde Mars yüzeyinde yaptıkları çalışmalar bile tuhaf sonuçlara varılmasına neden olabiliyor. Kimi insanlar, Mars’ı bir zamanlar sellerin götürmüş olduğunu duyduklarında, bu sellerle Nuh Tufanı arasında ya da bu sellerle kayıp Atlantis ve Mü kıtaları arasında bir bağ kurulabileceğini düşünüyorlar. Amaç yine aynı: Yeter ki canlı yaşam dünya üstünde kendiliğinden başlamamış olsun!.. Başlamamış olsun da varsın atalarımız Marslı olsun!.. Aslına bakılırsa bu da bir olasılık elbette... Ama gerçekleşmiş olması zor bir olasılık... Çünkü evrensel yasalar gereği Mars’ın Dünya ile yaklaşık aynı zamanlarda ve benzer koşullarda gelişmiş olması gerekiyor. Yani bundan yaklaşık 4,5 milyar yıl kadar önce ve adım adım... Eğer Mars’taki seller, bundan 4 milyar yıl kadar önce değil de 3-5 yüz milyon yıl önce olmuş olsaydı, o takdirde evrimin Mars’ta da aynı biçimde, ama biraz daha hızlı geliştiği düşünülebilirdi. Ve karşı koyamadıkları bir sel felaketiyle yüzyüze gelen Marslılar’ın bir uzay aracına doldurdukları değişik türden çift çift hayvanlarla birlikte gelip Dünya’ya yerleştikleri... Halbuki 4 milyar önce oluştuğu anlaşılan seller, Dünya’da evrim süreci gelişip dururken Mars’ta evrim sürecinin hiç başlamamış olduğunun kanıtı gibi görünüyor. Zaten aynı yıldız sisteminde, yanyana iki gezegende birden aynı sürecin yaşanması da pek olası görünmüyor.
Öte yandan 100 milyar galakside 100 milyar yıldız da, evrendeki tek canlı türünün insan olamayacağını gösteriyor. Böyle bir iddia da olasılık kurallarına hiç uymuyor. Dolayısıyla mitolojik ya da dinsel efsanelerin bir bölümünün, dünyaya gelip giden uzaylılarla ilgisi olması olasılığı hala var... Ama bu olasılık, ağır basan diğer olasılığı, insanı evrimin yaratmış olabileceği yönündeki olasılığı hiçbir şekilde bertaraf etmiyor. Zaten bilinmeyen bir gerekçeyle hiçliğin içindeki tek bir noktadan koskoca bir evren yaratan mucizesel bir sürecin, gide gide canlı yaşamı ve insanı ve düşünceyi de yaratmış olmasında, hiçbir tuhaflık ya da aykırılık da bulunmuyor.
İşin güzel yanı şu: Böyle düşünsel olasılıkların, yani çeşitlenmenin ortaya çıkması, düşüncenin daha da evrimleşeceğinin bir göstergesi... Büyük evrim sürecinin son halkası olan düşünsel evrimin sürebilmesi için, çeşitlenmenin, yani çok sayıda değişiklik olasılığının ortaya çıkması lazım... Evrim, şimdilik hala, bu olasılıklardan, evrensel yasalarla en iyi uyum sağlayabilen yönünde ilerliyor. Ve adım adım ilerliyor. Ama günün birinde düşüncenin evriminde ileri aşamalara ulaşılabilirse, evrensel yasalara egemen olacak olasılıkların çoğaltılması da mümkün olabilir. Ve tek bir adım yerine birkaç adım birden atılabilir. Bu da bir olasılık... Hatta evrendeki kaçınılmaz yaşlanmanın, düşüncenin de sonu olmasının önüne geçmesi bile sözkonusu olan bir olasılık...
Bu evren bir çeşitlilik ve dolayısıyla bir olasılıklar evreni... Ama bu olasılıkların varlığı, artık kendisi de evrimsel bir birim oluşturmaya başlayan insanlığın ortak iradesine, belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla önemli bir şans veriyor. Belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla... Çünkü öyle görünüyor ki insan, kendi doğumunu nasıl belirleyemiyorsa, evrenin doğumuna ilişkin bir irade kullanma hakkına da sahip değil... Bu zamandan sonra böyle birşey olması, zaten mantık açısından da mümkün değil... Ve insan, kendi ölümünün önüne nasıl geçemiyorsa, muhtemelen evrenin ölümünün önüne geçme konusunda da herhangi bir şansı yok... Ama eğer işler böyle gittiği taktirde, insan, belli bir yaştan sonra kendi hayatına ilişkin kararlar alma ve uygulama şansına nasıl sahip oluyorsa, insanlık da, belli bir aşamadan sonra, kendi yaşamına ilişkin ortak kararlar alma ve uygulama şansına sahip olacak gibi görünüyor. Tabii bu, yine yalnızca bir şans olacak... Bu şansı kullanıp kullanmamak, bu olasılığı değerlendirip değerlendirmemek ise insanlığa kalacak.
Bu durumda, karamsarlık üretip eylemsizliği artırmak yerine, düşünsel evrimin sürmesini sağlayacak çeşitlenmelerin önünü açmak, evrimi daha da ileriye taşıyacak olasılıkların ortaya çıkmasına şans tanımak daha doğru değil mi? Ve düşünce özgürlüğü asıl bu demek ve bu nedenle de çok önemli demek değil mi?
KAYNAK: www.historicalsense.com
Bilinmeyen bir gerekçeyle hiçliğin içindeki tek bir noktadan koskoca bir evren yaratan mucizesel bir sürecin, gide gide canlı yaşamı ve insanı ve düşünceyi de yaratmış olmasında, hiçbir tuhaflık ya da aykırılık yok...
Düşünsel olasılıkların, yani düşüncede çeşitlenmenin ortaya çıkması, düşüncenin daha da evrimleşeceğinin bir göstergesi...
Bu evren bir çeşitlilikler ve dolayısıyla bir olasılıklar evreni... Ve bu olasılıkların varlığı, artık kendisi de evrimsel bir birim oluşturmaya başlayan insanlığın ortak iradesine, belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla önemli bir şans veriyor.
Bugün, biraz uzaktan bakıldığında, bilimin ilgi alanlarını kabaca ama net olarak sınıflandırmak mümkün: Fizik, enerjiyi ve ilk halinden başlayarak maddeyi alıyor atom sınırına kadar getirip bırakıyor; kimya, atomdan başlıyor inorganik ve organik madde sınırına kadar gidiyor; biyoloji ise yalnız canlılarla ilgileniyor. Biyolojinin alanı terkettiği noktada da devreye yalnızca insanla ve insan topluluklarıyla ilgilenen sosyal bilimler; felsefe, tarih, sosyoloji, ekonomi, psikoloji vb. giriyor.
Pozitif bilimlerde, hiç olmazsa, sınır bölgelerinde disiplinlerarası bir kaynaşmadan sözedilebileceği görülüyor. Sözgelimi atom, hem fiziğin hem kimyanın; canlılar aleminin temel taşı olan organik madde de hem kimyanın hem biyolojinin ilgi alanı içine giriyor. Öte yandan, pozitif bilimlerle sosyal bilimler arasındaysa, kaynaşma bir yana, bir uçurumun varlığı hissediliyor.
Sosyal bilimler alanında, psikolojinin çok kısıtlı ilgisi dışında hiçbir disiplin, hiç değilse biyoloji ile ilgilenme gereğini bile duymuyor. Üstelik bu disiplinlerin hemen hemen hiçbiri, tarihi, yazının keşfedildiği altı bin yıl öncesinden daha geriye götürmeye de yanaşmıyor. Bizzat tarih bilimi bile, evrimin şimdilik son aşaması sayılan modern insanın ilk ortaya çıktığı 50 bin yıllık sürece egemen olmayı dahi reddediyor ve yazının keşfedilmesinden bu yana geçen 6 bin yılla iktifa ediyor. Gerekçe, kuşkusuz, bilimsel bir disiplin olarak tarihin tahmine değil belgeye dayandırılması zorunluluğu... Bu gerekçenin elbette haklı bir yanı da var. Ama bir gerçek daha var: Bütün o atomaltı tanecikler, atomlar, moleküller ve madde; elementler, inorganik ve organik madde; hücreler; bunların oluşturduğu bileşikler ve tek hücrelisinden çok hücrelisine kadar bütün canlılar; bunların hepsi, hepsi bizatihi birer belge... Hatta yorumsuz oldukları ve bir bütünlük taşıdıkları için, evrendeki yegane ‘gerçek belgeler’ oldukları da söylenebilir. Evrenin bütün geçmişi, bütün tarih, bütün evrim, evrime yolaçan değişimin mekanizması, evrenle ilgili herşey, canlı ve cansız maddenin ve enerjinin ve hareketin yapısında gizli... Ve eğer böyleyse, bu belgelerin hepsi birden gözden geçirilmeden, şu son altı bin yılın da sağlıklı bir biçimde çözümlenmesi mümkün olabilir mi?
Ve eğer evrenin tarihi, dünü olduğu kadar bugünü ve yarını da kapsayan ve hiç değilse başına, bugüne kadarki gelişmesine ve sonuna dair bir kısım olasılıkların belli olduğu bir bütünlük arzediyorsa ve eğer evrim, 20 milyar yıl öncesinden bugüne uzanan ve bugünden de belki 20, belki 80 milyar yıl ötesine uzanacak olan kesintisiz bir süreçse; henüz birleşik bir kuram haline getirilmemiş olsalar bile, pozitif bilimler alanında saptanmış olan temel yasaların, tıpkı Marki de Laplace’ın bir zamanlar düşünmüş olduğu gibi, evrimin son halkası olan insanı ve insan topluluklarını konu alan sosyal bilimler alanında da geçerli olması gerekmez mi?
Ve insan da atomlardan ve hücrelerden oluştuğuna, yani nevzuhur bir yaratık değil de büyük bir evrim sürecinin son halkası olduğuna göre, fizik, kimya ve biyoloji bilmeden (ve kuşkusuz fizik, kimya ve biyoloji kadar ekonominin ve hatta müziğin de ortak dili olan matematik bilmeden); enerji ile maddenin tarihini ve enerji ile maddenin yapısını bilmeden ve bu yeni bilgilerin felsefesini yapmadan; evrenin, kozmosu ve kaosu aynı anda kucakladığını, dolayısıyla bir olasılıklar evreni olduğunu ve bu durum gözönüne alınmadığı takdirde evrendeki ister psikolojik ister sosyal, ister siyasi ister ekonomik hiçbir oluşumun doğru değerlendirilemeyeceğini anlamak sözkonusu olabilir mi?
Dahası, insan kendi kendisini böyle bir gerçekliğin içinde değerlendirerek, evreni tanımlayacak birleşik bir kuram oluşturmak için çırpınıp duran astrofizikçilere de yardım etmiş olmaz mı?
Hayır, hiç de zor değil!.. Artık bu ve benzeri bilgilere ulaşmak hiç de zor değil!.. Yepyeni bilgilerle zenginleşmiş olan bilime ilişkin yepyeni yorumları aktaran popüler bilim kitapları artık, Türkiye’de dahil birçok ülkede neredeyse her köşebaşında satılıyor. Bilimkurgu kitapları ise daha da yaygın... Ve bilim yazarlarına oranla daha özgür davranan bilimkurgu yazarları, 20. yüzyılda felsefenin boş bıraktığı yeri dolduruyorlar. En son bilimsel gerçekleri özgürce, cesaretle yorumlayarak geleceğe ilişkin ve olup bitenin nedenlerine ilişkin kuramlar oluşturuyorlar. Üstelik yine Türkiye dahil Dünya’nın her tarafında çok da ilgi çekiyorlar.
Ama şunu da unutmamak gerekiyor: Oluşturulan kuramların hepsi de yalnızca bir takım olasılıklardan ibaret... Mesela Mars konusunda, yıllardan beri insanoğlunu oyalayan ve sonunda göz yanılgısından başka birşey olmadığı anlaşılan çizgisel Mars kanallarının etkisi altında kaldıkları için olacak ki, ilk kuşak bilimkurgu yazarlarının çok yanlış düşüncelere kapıldıkları görülüyor. O ilk kuşak bilimkurgu yazarlarının hemen hepsi Mars’ta canlıların yaşadığını, hiç değilse bir zamanlar yaşamış olduğunu düşünüyorlar. Bu varsayımsal canlıların bir kısmı çok sevimli, çok gelişmiş; Mars’ı sömürgeleştiren saldırgan insanlarla başa çıkmaya çalışıyorlar; bir kısmı ise, dünyayı istila etmeye kalkışan birer canavar ve insanlara acımasızca saldırıyorlar.
Tabii Mars’a ilişkin yanlış kanılardan yalnız bilimkurgu yazarları sorumlu değil... Sir Fred Hoyle gibi çok ciddi bir bilim adamı da, muhtemelen dinsel inançları yüzünden geliştirdiği evrende durağan hal kuramına aşırı bağlılığından ötürü, dünyaya düşen göktaşlarından bazılarının Mars’tan geldiği inancının yayılmasında rol oynuyor. Sir Hoyle, büyük evrim sürecinin cansız maddeden canlı yaşama geçişi de sağlamış olabileceğini kabul edemediği için olsa gerek ki, dünyada canlıların varlığını, Mars’tan gelen göktaşları üstünde bulunan canlı hücrelere bağlamak istiyor. Ama bu arada, o canlı hücrelerin Mars’ta nasıl varolmuş olabileceği sorusu da yine açıkta kalıyor.
Açıkta kalan bir başka soru da, milyarlarca yıl önce dünyaya düşmüş oldukları söylenen göktaşlarının üstünde, bu taşların Mars’tan geldiklerine dair ne gibi bir kanıt bulunduğu... Yani eğer taşların üstünde “made in Mars” yazısı yoksa, bu taşların Mars’tan geldiğinin nasıl kanıtlanabileceği (aslına bakılırsa bu konu biraz tuhaf; dünyaya milyarlarca yıl önce düşmüş ve yıllarca önce de bulunmuş olan taşlar, geçen yaz, neden birdenbire, hem de inanılmaz yoğunlukta bir ilgi konusu oluverdiler, hiç anlaşılamadı) ...
Carl Sagan ile Sojourner adı verilen araçların, bugünlerde Mars yüzeyinde yaptıkları çalışmalar bile tuhaf sonuçlara varılmasına neden olabiliyor. Kimi insanlar, Mars’ı bir zamanlar sellerin götürmüş olduğunu duyduklarında, bu sellerle Nuh Tufanı arasında ya da bu sellerle kayıp Atlantis ve Mü kıtaları arasında bir bağ kurulabileceğini düşünüyorlar. Amaç yine aynı: Yeter ki canlı yaşam dünya üstünde kendiliğinden başlamamış olsun!.. Başlamamış olsun da varsın atalarımız Marslı olsun!.. Aslına bakılırsa bu da bir olasılık elbette... Ama gerçekleşmiş olması zor bir olasılık... Çünkü evrensel yasalar gereği Mars’ın Dünya ile yaklaşık aynı zamanlarda ve benzer koşullarda gelişmiş olması gerekiyor. Yani bundan yaklaşık 4,5 milyar yıl kadar önce ve adım adım... Eğer Mars’taki seller, bundan 4 milyar yıl kadar önce değil de 3-5 yüz milyon yıl önce olmuş olsaydı, o takdirde evrimin Mars’ta da aynı biçimde, ama biraz daha hızlı geliştiği düşünülebilirdi. Ve karşı koyamadıkları bir sel felaketiyle yüzyüze gelen Marslılar’ın bir uzay aracına doldurdukları değişik türden çift çift hayvanlarla birlikte gelip Dünya’ya yerleştikleri... Halbuki 4 milyar önce oluştuğu anlaşılan seller, Dünya’da evrim süreci gelişip dururken Mars’ta evrim sürecinin hiç başlamamış olduğunun kanıtı gibi görünüyor. Zaten aynı yıldız sisteminde, yanyana iki gezegende birden aynı sürecin yaşanması da pek olası görünmüyor.
Öte yandan 100 milyar galakside 100 milyar yıldız da, evrendeki tek canlı türünün insan olamayacağını gösteriyor. Böyle bir iddia da olasılık kurallarına hiç uymuyor. Dolayısıyla mitolojik ya da dinsel efsanelerin bir bölümünün, dünyaya gelip giden uzaylılarla ilgisi olması olasılığı hala var... Ama bu olasılık, ağır basan diğer olasılığı, insanı evrimin yaratmış olabileceği yönündeki olasılığı hiçbir şekilde bertaraf etmiyor. Zaten bilinmeyen bir gerekçeyle hiçliğin içindeki tek bir noktadan koskoca bir evren yaratan mucizesel bir sürecin, gide gide canlı yaşamı ve insanı ve düşünceyi de yaratmış olmasında, hiçbir tuhaflık ya da aykırılık da bulunmuyor.
İşin güzel yanı şu: Böyle düşünsel olasılıkların, yani çeşitlenmenin ortaya çıkması, düşüncenin daha da evrimleşeceğinin bir göstergesi... Büyük evrim sürecinin son halkası olan düşünsel evrimin sürebilmesi için, çeşitlenmenin, yani çok sayıda değişiklik olasılığının ortaya çıkması lazım... Evrim, şimdilik hala, bu olasılıklardan, evrensel yasalarla en iyi uyum sağlayabilen yönünde ilerliyor. Ve adım adım ilerliyor. Ama günün birinde düşüncenin evriminde ileri aşamalara ulaşılabilirse, evrensel yasalara egemen olacak olasılıkların çoğaltılması da mümkün olabilir. Ve tek bir adım yerine birkaç adım birden atılabilir. Bu da bir olasılık... Hatta evrendeki kaçınılmaz yaşlanmanın, düşüncenin de sonu olmasının önüne geçmesi bile sözkonusu olan bir olasılık...
Bu evren bir çeşitlilik ve dolayısıyla bir olasılıklar evreni... Ama bu olasılıkların varlığı, artık kendisi de evrimsel bir birim oluşturmaya başlayan insanlığın ortak iradesine, belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla önemli bir şans veriyor. Belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla... Çünkü öyle görünüyor ki insan, kendi doğumunu nasıl belirleyemiyorsa, evrenin doğumuna ilişkin bir irade kullanma hakkına da sahip değil... Bu zamandan sonra böyle birşey olması, zaten mantık açısından da mümkün değil... Ve insan, kendi ölümünün önüne nasıl geçemiyorsa, muhtemelen evrenin ölümünün önüne geçme konusunda da herhangi bir şansı yok... Ama eğer işler böyle gittiği taktirde, insan, belli bir yaştan sonra kendi hayatına ilişkin kararlar alma ve uygulama şansına nasıl sahip oluyorsa, insanlık da, belli bir aşamadan sonra, kendi yaşamına ilişkin ortak kararlar alma ve uygulama şansına sahip olacak gibi görünüyor. Tabii bu, yine yalnızca bir şans olacak... Bu şansı kullanıp kullanmamak, bu olasılığı değerlendirip değerlendirmemek ise insanlığa kalacak.
Bu durumda, karamsarlık üretip eylemsizliği artırmak yerine, düşünsel evrimin sürmesini sağlayacak çeşitlenmelerin önünü açmak, evrimi daha da ileriye taşıyacak olasılıkların ortaya çıkmasına şans tanımak daha doğru değil mi? Ve düşünce özgürlüğü asıl bu demek ve bu nedenle de çok önemli demek değil mi?
KAYNAK: www.historicalsense.com
Evrim
-
Evrim nedir? Evrim süreci nasıl işler?
-
Atların Evriminde Parmaklar ve Toynak...
-
Mikro evrim nedir
-
Yumuşakçaların evrimi
-
Bitki Evrimi 5/5: Çayır İmparatorluğu
-
Bitki Evrimi 4/5: Çiçeklerin ve Tohumların Öyküsü
-
Evrim düşüncesinin tarihi
-
Bitki Evrimi 3/5: Kömür Çağı
-
Bitki Evrimi 2/5: Ormanların Doğuşu
-
Bitki Evrimi 1/5: Karaya İlk Çıkanlar
-
Mutasyon, Evrimsel Sürecin Hammaddesidir!
-
Evogram Nedir ?
-
Yeni Genetik Kombinasyonların Oluşumu ve Evrimin Türleri Değiştirme Mekanizması
-
Evrim'i Tetikleyen Mekanizmalar Nelerdir?
-
Darwin ve Doğal Seleksiyon